Diktatörler, seçimi neden sever?

Diktatörler, seçimi neden sever?

Foto: Arda Savaşçıogulları / Shutterstock.com 

 

 

ENİS BEHİÇ

 

Eskiden beri, diktatörler için seçim çok önem verilen bir rüşd aracı olagelmiştir. Baskıcı, dikkatör, şiddet ve güçle iktidarı elinde tutmak isteyen liderler için seçim; hep bir „kurtarıcı“ olmuştur.

Hitler, faşist rejimini kurarken, demokrasinin en önemli unsuru olan seçimlerde başarı elde etmiş ve gücüne güç katmıştır. Elbetteki dönemin politik rüzgarlarının da bunda etkisi büyüktür ve bu yadırganamayacak ölçüde dikkat çekmektedir. Bütün dünyayı saran „milliyetçi“ akımların siyaseti etkilememesi düşünülemez elbette.

Hitler, Mussolini ve Franco, 20. yüzyıl Avrupa tarihinde önemli liderlerdi ve her birinin farklı ideolojileri ve politikaları vardı.

Hitler ve Mussolini, demokratik seçimler yoluyla iktidara gelmediler. Hitler, Almanya’da 1933 yılında yapılan seçimlerde Nazi Partisi’nin oylarını artırarak Reichstag’a (Alman Parlamentosu) en büyük fraksiyon olarak girdi. Ancak, seçim sonuçlarından sonra Hitler, Nazi Partisi’nin diğer partileri baskı altına alması ve baskı uygulaması sonucunda, Mart 1933’te Almanya’nın Şansölyesi olarak atandı ve iktidarı ele geçirdi. İktidarı ele geçirdikten sonra ise, bırakmamak için ne gerekiyorsa yapıldı. Bunun için faşism propagandası ve Yahudi düşmanlığı eşine az rastlanan bir ölçüde kamuoyuna pazarlandı. Hitler’in ideolojisi, Yahudileri ve diğer azınlıkları hedef alan soykırım ve toplama kamplarıyla sonuçlandı.

Benzer şekilde, Mussolini de 1922 yılında İtalya’da gerçekleşen Marslılar Yürüyüşü adı verilen bir olay sonrasında iktidara geldi. Bu olayda, Mussolini’nin destekçileri, Roma’ya yürüdü ve hükümeti devirmek için tehditler savurdu. Sonuç olarak, İtalya Kralı III. Victor Emmanuel, Mussolini’yi Başbakan olarak atadı ve ona iktidarı verdi. Mussolini ideolojisi, benzer şekilde faşizm ve ırkçılığı içeriyordu ancak Hitler’in yayılmacı politikalarının aksine, daha çok ulusal bir hedefe sahipti. Mussolini, „ulusun babası“ olarak anılmış ve İtalyan ulusunun gücünü artırmak için çeşitli ekonomik ve askeri reformlar uygulamıştı. II. Dünya Savaşı’nda Hitler’e destek veren bir ittifak kurmuştu.

Hhem Hitler hem de Mussolini, demokratik seçimlerle iktidara gelmediler. İktidara gelmek için olağanüstü koşulları, halkın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları ve hileli yolları kullandılar.

Franco, İspanya’yı yöneten bir diktatördü ve İspanyol İç Savaşı’nın kazananı olarak iktidara geldi. Franco’nun ideolojisi, faşizme benziyordu, ancak daha çok İspanyol milliyetçiliği ve Katoliklik gibi unsurları da içeriyordu. Franco, ülkesini izole etti ve özgürlükler ve insan hakları gibi konularda sıkı kontrol altında tuttu.

Bu liderler arasındaki ortak nokta, her birinin otoriter bir şekilde yönetmesidir. Ancak, her biri farklı ideolojilere sahipti ve farklı yöntemler kullandılar. Hitler, faşizmi ırkçılık ve militarizmle birleştirdi, Mussolini, İtalyan milliyetçiliği ve güçlü liderlik anlayışını benimsedi, Franco ise Katoliklik ve milliyetçilik unsurlarını bir arada tuttu.

Bütün bu yakın tarih figürlerinin bize öğrettiği şey; otoriter idarelerin milliyetçiliği ve „güçlü lider“ figürlerini ciddi anlamda kullandıklarını gösteriyor. Franco’nun din soslu faşismi her ne kadar nispeten ayrılmış olsa da, bu figürlerin arasında oldukça benzer özellikler görmek mümkün.

 20. yüzyılın önemli diktatörlerinden Saddam, Kaddafi gibi sembol liderlerin de en büyük özelliği, kurdukları rejimin yıkılmaması için halkın neredeyse yüzde 100’ünün oyunu alarak yeniden ve yeniden iktidara gelmekti.
 
Türkiye seçimlerine bu tarih süzgecinden baktığımızda, Erdoğan’ın en çok ihtiyaç duyduğu şeyin, bugün „meşruiyet“ olduğunu görüyoruz. Bu meşruiyet Türk halkı için değil, tam tersi özellike Batı dünyasının demokratik ülkelerine „halkın oylarıyla geldim“ diyebilmek için. 21 yılın ardından yapılacak 14 Mayıs seçimlerini tarihin bilgi süzgecinden geçirerek değerlendiğimizde, geçmiş otoriter liderlerin kaygılarını görmek mümkün.
 
Erdoğan, seçimi kazanmak zorunda!
 
Uluslararası camiada kazanacağı meşruiyet rüzgarıyla, bir 4-5 yıl daha kendisini bekleyen yargı ve hukuk cenderesinden kurtarmaya çalışıyor.
 
Suriye’de işlenen savaş suçlarından dolayı Lahey’de yargılanmaktan, İŞİD ile girişilen kirli petrol ticaretinin hesabının sorulmasından korkuyor çünkü.
 
14 Mayıs, önümüzdeki yüzyıla açılan Türkiye için bu nedenle tarihi öneme sahip.

Leave a Reply

Your email address will not be published.