SEBAHATTİN ÇELEBİ

Bu; kaybolup giden Mehmetlerden birine ait taşsız bir mezarın, gurbette kalışının öyküsüdür.
Trenler kalkıyordu Sirkeci’den…

Umuda uzanan rayların ardında, sevgililer, anneler, babalar, çocuklar bırakılıyordu… Adı Avrupa olan bir serüvene doğru tahta valizlerle gidiyorlardı Mehmetler, Ayşeler… Dilini bilmedikleri, insanını hiç görmedikleri ülkelere gidiyorlardı…

Giderken, kimi yokluğu, kimi yoksulluktan kurtulma umudunu koyuyordu yüreğine. Kimi, işlemeli bir mendili koynuna sokuyor, sevdiğini de birlikte götürdüğünü sanıyordu.

Uzaktı orası…

Adına gurbet denecek kadar uzaktı…

Mehmetleri, Ayşeleri alıp yüreğinde öğütecek kadar uzak…

Takvimler 1964 ilkbaharını gösterirken, Yüksel Nallar da, çocuklarına güzel bir gelecek sunabilme adına sevdiklerini geride bırakarak Belçika’ya geldi. Burada bir madende iş bularak, yerin metrelerce altında çocuklarının özlemiyle kazdı kara elması…

„Bak Nebiyem“ diye başlayan mektuplar yazdı karısı Nebiye’ye…

„Bu da benim bekar hayatım, yatak vaziyetim darmadağın. Bir odada iki kişiyiz. Gördüğün yatak ve masa benim şahsımındır. Ben hazırlığımı ufak ufak yapmaktayım. Şimdi de bir gardırop alıyorum. Bunlar ev için çok lazım“ diyordu…

Fiyakalı fotoğraflar çektiriyordu karısı ve çocuklarına göndermek için Yüksel… Cansız hayallerin üzerine vurulmuş posta idaresine ait mühürler, kilometrelerce uzağa, yani Türkiye’ye özlemleri taşıyordu. Soğuktu gurbet akşamları… Belçika’nın Limburg kentinde kurulu maden ocaklarında üşüyen yanlarını özlemleriyle ısıtıyordu Yüksel…

En büyük hayaliydi Yüksel’in… Karısı Nebiye ve çocuklarını yanına almak rüyalarını süslüyordu. Ufaktan aldığı eşyalarla ev düzmeye başlamıştı..

Nebiye, Belçika’ya gelecekti gelmesine ama Yüksel, hasreti soğumadan göçüp gidecekti buralardan… 1964 sonbaharında Nebiye 2 çocuğuyla beraber gelir Belçika’ya. 2 çocukları da orada doğar.

4üncü çocuğunun dünyaya gelmesiyle, zorlaşan hayat şartları nedeniyle Yüksel, Türkiye’den annesini getirmek ister. Bu nedenle de çalıştığı firmadan izin alarak, kara yoluyla Türkiye’ye annesini, çocuklara bakması için almaya gider.

Ancak bu gidişin dönüşü olmayacaktır.

Yüksel, annesiyle birlikte bir  an önce çocuklarına kavuşabilmek amacıyla, çok az dinlenerek dönüş yoluna koyulur. Yolda ailenin nedenini hiçbir zaman öğrenemeyeceği bir trafik kazasında anne ve oğlu Yüksel, Yugoslavya topraklarında hayata gözlerini yumar.

Nebiye, 4 çocuğuyla birlikte eşi Yüksel’i ve kayın validesini beklemektedir. Ancak o zamanki şartlar içinde bir türlü eşinden haber alamaz. Haftalar sonra eline geçen ucu yanmış bir mektup acı haberi verecektir. Kayınbabası tarafından Osmanlıca harflerle yazılmış mektubun köşesi yanıktır. Nebiye, acı bir haber geldiğini anlayacaktır. Ortada olmayan iki cenaze vardır.

Yalan dünyanın bir yalanıdır yaşanılan her şey… Uzaktan uzağa göz yaşı dökmek düşer Nebiye’nin bahtına…

O yılların şartları içinde eşi Yüksel’in mezarının nerede olduğunu öğrenme imkanına sahip olamayan Nebiye’nin içinde hep bir ümit vardır. En azından mezarını bulmak, eşinin başucunda bir dua okuyabilmek ister…

Yıllar sonra araba ile Türkiye’ye izne gittiğinde nerede öldüğünü bile bilmediği kocasının anılarını yaşar Yugoslavya topraklarında Nebiye… Eşini kaybettiği yeri bilmeden derin duygulara kapılır gider… Ve o yollarda yaşadığı sessiz duyguları kimseyle paylaşamaz…

Susarak yaşar hep o anıları…

İçinde eşi Yüksel’e karşı duyduğu sonsuz sevgiyle, Nebiye bir daha evlenmeyi hiçbir zaman düşünmez, çocuklarıyla avunur. Dul maaşı ve çocuk parasıyla 4 çocuğunu büyütür. Zaman zaman bulduğu temizlik işlerine gider ve çocuklarını hiç kimseye muhtaç etmez. 

Yıllar geçse de, Yüksel’i aklından çıkarmayan Nebiye, onu hep rüyalarında görür. Rüyalarında Nebiye’ye yaşadığını, kazadan sonra Yugoslavya’da hafızasını yitirdiğini söyleyen Yüksel, sık sık karısına çocukları ile ilgili telkinde bulunur.

Nebiye…

Yani, o Anadolu’dan sürüklenip gelen yüz binlerce Ayşe’den, Fatma’dan biri olan o Nebiye… Öksüz kalmış gibidir… Bütün geçip giden yıllar boyunca çocuklarına hiçbir zaman öksüzlük duygusunu yaşatmaz. Ama içinde bir öksüz çocuk büyütür… O öksüz çocuk, Nebiye’nin yüreğinde yaşar hep… Yıllar sonra çocukları büyüdükten sonra hep beraber gidip araştırırlar. 14 Ağustos 2007’de Yüksel Nallar’ın cenazesinin defnedildiği Belgrad Zagreb yolu üzerindeki Jazevice adlı köyün mezarlığını bin bir güçlükle bulurlar. Kaderin garip bir cilvesi olacaktır bu bulma. Vefat tarihi de 14 Ağustos 1967’dir Yüksel’in. Ancak ne bir mezar taşı, ne de bir isim vardır geride. Yugoslavya savaşının ardından yetersiz kalan mezarlıklarda, 1970 öncesi defnedilenlerin mezarları düzlenir ve binlerce savaş kurbanının cenazeleri defnedilir.

Aile büyük bir hüzünle, Yüksel’in ve annesinin gömülü oldukları mezarlıkta dua edip gerisin geriye dönerler.

40 yıl boyunca yüreğinde umut saklayan, yarım kalmış bir öykünün sonudur bu.

Aslında bu; 40 yıl sonra bulunan… O kaybolup giden Mehmetlerden birine ait taşsız bir mezarın, gurbette kalışının öyküsüdür.

Ne güzel söylemiş eskiler…

„Bir yiğit gurbete gitse
Gör başına neler gelir
Hasret yürekte kor bir ateş
Elimizden ne gelir…?“

Kadın madenciler var mıydı?

Bütün modern dünyada olduğu gibi Belçika’da da kadınların madenlerde çalışması yasak. 1972 yılına ait bu fotoğrafın öyküsünü araştırdığımızda ise ilginç bir bilgiye ulaştık. Babası, Yüksel Nallar’la birlikte madende işe başlayan Münevver Sevim, babasının çalışma koşullarını çok merak eder ve Türkiye’den turist olarak gelen halası ile birlikte madende kendisini ziyaret eder. Maden idaresinin özel izniyle, giydikleri madenci kıyafetleriyle yerin 800 metre altında çalışan babasını görür Münevver Sevim. Babasının diz kapaklarındaki yaraları bugün bile içi titreyerek anlatıyor. „Burası maden, yüz kirlenmeden olmaz“ diyerek, babasının yüzüne kömür tozu çalmasını ise, tebessümle hatırlıyor.

 

Leave a Reply

Your email address will not be published.