Türk Franco seçimleri kazanmak zorunda!

ENİS BEHİÇ

Eskiden beri, diktatörler için seçim çok önem verilen bir rüşd aracı olagelmiştir. Baskıcı, dikkatör, şiddet ve güçle iktidarı elinde tutmak isteyen liderler için seçim; hep bir „kurtarıcı“ olmuştur.

Hitler, faşist rejimini kurarken, demokrasinin en önemli unsuru olan seçimlerde başarı elde etmiş ve gücüne güç katmıştır. Elbetteki dönemin politik rüzgarlarının da bunda etkisi büyüktür ve bu yadırganamayacak ölçüde dikkat çekmektedir. Bütün dünyayı saran „milliyetçi“ akımların siyaseti etkilememesi düşünülemez elbette.

Hitler, Mussolini ve Franco, 20. yüzyıl Avrupa tarihinde önemli liderlerdi ve her birinin farklı ideolojileri ve politikaları vardı.

Hitler ve Mussolini, demokratik seçimler yoluyla iktidara gelmediler. Hitler, Almanya’da 1933 yılında yapılan seçimlerde Nazi Partisi’nin oylarını artırarak Reichstag’a (Alman Parlamentosu) en büyük fraksiyon olarak girdi. Ancak, seçim sonuçlarından sonra Hitler, Nazi Partisi’nin diğer partileri baskı altına alması ve baskı uygulaması sonucunda, Mart 1933’te Almanya’nın Şansölyesi olarak atandı ve iktidarı ele geçirdi. İktidarı ele geçirdikten sonra ise, bırakmamak için ne gerekiyorsa yapıldı. Bunun için faşism propagandası ve Yahudi düşmanlığı eşine az rastlanan bir ölçüde kamuoyuna pazarlandı. Hitler’in ideolojisi, Yahudileri ve diğer azınlıkları hedef alan soykırım ve toplama kamplarıyla sonuçlandı.


Bu liderler arasındaki ortak nokta, her birinin otoriter bir şekilde yönetmesidir. Ancak, her biri farklı ideolojilere sahipti ve farklı yöntemler kullandılar. Hitler, faşizmi ırkçılık ve militarizmle birleştirdi, Mussolini, İtalyan milliyetçiliği ve güçlü liderlik anlayışını benimsedi, Franco ise Katoliklik ve milliyetçilik unsurlarını bir arada tuttu.


Benzer şekilde, Mussolini de 1922 yılında İtalya’da gerçekleşen Marslılar Yürüyüşü adı verilen bir olay sonrasında iktidara geldi. Bu olayda, Mussolini’nin destekçileri, Roma’ya yürüdü ve hükümeti devirmek için tehditler savurdu. Sonuç olarak, İtalya Kralı III. Victor Emmanuel, Mussolini’yi Başbakan olarak atadı ve ona iktidarı verdi. Mussolini ideolojisi, benzer şekilde faşizm ve ırkçılığı içeriyordu ancak Hitler’in yayılmacı politikalarının aksine, daha çok ulusal bir hedefe sahipti. Mussolini, „ulusun babası“ olarak anılmış ve İtalyan ulusunun gücünü artırmak için çeşitli ekonomik ve askeri reformlar uygulamıştı. II. Dünya Savaşı’nda Hitler’e destek veren bir ittifak kurmuştu.

Hem Hitler hem de Mussolini, demokratik seçimlerle iktidara gelmediler. İktidara gelmek için olağanüstü koşulları, halkın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları ve hileli yolları kullandılar.

Franco, İspanya’yı yöneten bir diktatördü ve İspanyol İç Savaşı’nın kazananı olarak iktidara geldi. Franco’nun ideolojisi, faşizme benziyordu, ancak daha çok İspanyol milliyetçiliği ve Katoliklik gibi unsurları da içeriyordu. Franco, ülkesini izole etti ve özgürlükler ve insan hakları gibi konularda sıkı kontrol politikaları güttü.

Bugün Erdoğan’ın ülke içinde Franco yöntemlerini kullandığını söylemek ve bir benzerlikten bahsetmek abes olmayacaktır..

Bu liderler arasındaki ortak nokta, her birinin otoriter bir şekilde yönetmesidir. Ancak, her biri farklı ideolojilere sahipti ve farklı yöntemler kullandılar. Hitler, faşizmi ırkçılık ve militarizmle birleştirdi, Mussolini, İtalyan milliyetçiliği ve güçlü liderlik anlayışını benimsedi, Franco ise Katoliklik ve milliyetçilik unsurlarını bir arada tuttu.

Bütün bu yakın tarih figürlerinin bize öğrettiği şey; otoriter idarelerin milliyetçiliği ve „güçlü lider“ figürlerini ciddi anlamda kullandıklarını gösteriyor. Franco’nun din soslu faşizmi her ne kadar nispeten ayrılmış olsa da, bu figürlerin arasında oldukça benzer özellikler görmek mümkün.

 20. yüzyılın önemli diktatörlerinden Saddam, Kaddafi gibi sembol liderlerin de en büyük özelliği, kurdukları rejimin yıkılmaması için halkın neredeyse yüzde 100’ünün oyunu alarak yeniden ve yeniden iktidara gelmekti.
 
Türkiye seçimlerine bu tarih süzgecinden baktığımızda, Erdoğan’ın en çok ihtiyaç duyduğu şeyin, bugün „meşruiyet“ olduğunu görüyoruz. Bu meşruiyet Türk halkı için değil, tam tersi özellike Batı dünyasının demokratik ülkelerine „halkın oylarıyla geldim“ diyebilmek için. 21 yılın ardından yapılacak 14 Mayıs seçimlerini tarihin bilgi süzgecinden geçirerek değerlendiğimizde, geçmiş otoriter liderlerin kaygılarını görmek mümkün.
 
Erdoğan, seçimi kazanmak zorunda!
 
Uluslararası camiada kazanacağı meşruiyet rüzgarıyla, bir 4-5 yıl daha kendisini bekleyen yargı ve hukuk cenderesinden kurtulmaya çalışıyor.
 
Suriye’de işlenen savaş suçlarından dolayı Lahey’de yargılanmaktan, İŞİD ile girişilen kirli petrol ticaretinin hesabının sorulmasından da korkuyor.
 
Ülke içinde işlenen suçlar;
 
Rüşvet ve mala çökmeler..
 
Kanun Hükmünde Kararnameler ile açlığa ve yokluğa mahkum edilen kitlelere uygulanan „soykırım“..
 
Türkiye’yi boydan boya saran yolsuzluk, hırsızlık rejimi…
 
Bunların hiçbiri Erdoğan’ı ilgilendirmiyor…
 
İlgilendirmiyor çünkü, kurduğu rüşvet ve kirli para trafiğiyle kendisini ülke içinde kurtaracağını çok iyi biliyor.
 
Onu ilgilendiren tek ve en korkutucu şey; uluslararası arenada yargılanmak!
 
Bu yüzden dışa kapalı güya „dindar“ bir Türkiye kurguluyor kafasında.
 
Benzeri Franco’nun 1975’te ölmesiyle bir dönem bitmişti.
 
Erdoğan’ın iktidardan gitmesi için ölmesini beklemek zorunda kalırsak, Türkiye’nin yeniden Avrupa Birliği çizgisine dönmesi, uzun yıllar alacak demektir.
 
 

Foto: Arda Savaşçıogulları / Shutterstock.com

Leave a Reply

Your email address will not be published.